1 Ekim 2012 Pazartesi



MEHMET BEYAZIT’a DAİR...

- Hatay’ın, İskenderun kazasının Sarıseki köyünden, Yunus oğlu, Fethiye’den doğma Mehmet Beyazıt 14 Eylül 1955 yılında İskenderun’da dünyaya geldi.

- İlk, Orta ve Lise öğrenimini İskenderun’da geçirdi.

- 1971 yılı yaz sezonunda İskenderun’a turneye gelen “İstanbul Birlik Tiyatrosu” kumpanyasının bir oyuncusunun kaçmış olması onun tiyatro hayatının başlamasına vesile oldu. İlk defa profesyonel yevmiyeli oyuncu olarak bu kumpanyaya katıldı. (Orhan Pişkin-Feza Zerengil- İsmail Cavcı-Şinasi Özonok gibi ustalardan oluşan bu kumpanya onun için gerçek anlamda bir okul oldu.)

- Çıkış o çıkış tam dokuz yıl bir daha evine dönmedi.

- 1971-79 arası Türkiye’nin bütün il ve ilçerini, 4oo’den fazla fazla köyünü dolaşarak Anadolu insanından kendini ve haddini bilme dersleri aldı...

- Film setleriyle 80’li yılların başında figüran olarak gittiği “Üç İstanbul” adlı TV dizisiyle tanıştı. Kamera arkasını kamera önünden daha çok sevdi. Tiyatro ile sinema çalışmalarını birlikte yürütmeye karar verdi.

- Tiyatronun yanı sıra birçok Sinema ve Televizyon Filminde; Oyuncu, senarist, prodüksiyon amiri, ve yapım koordinatörü olarak görev aldı.

- 1994-95 sezonunda; Almanya’da Bruchsall ve Çevresi Türk İşçileri Derneği bünyesinde tiyatro eğitim çalışmaları yaptı.

- Aynı yıl ABT (Ankara Birlik Tiyatrosu)nun Avrupa turnesine katılarak “Pir Sultan Abdal” oyunuyla; Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsviçre’de elli iki merkezde sahneye çıktı.

- 1999 yılı güzünde Fethiye’ye taşındı. “Memleketim” adlı oyunu yazdı ve sergiledi.

- 2000 yılında Kanal 7 TV’de 27 bölüm yayınlanan “Kimyacı” adlı dizinin senaryo grubuna girerek senaristliğe başladı.

- 2001-02 yılında Kanal 7 TV’de 34 bölüm yayınlanan “Mihrali” adlı dizinin senaryo grubunda senaristlik yaptı.

- 2003 Yılında Kandemir Konduğun yazdığı, Oğuz Yalçın’ın yönettiği “Şakabare Tiyatrosu”yla “Pardon Yani” adlı gösteriyle Avrupa turnesine çıktı. (Tulû Çizgen-Oğuz Yalçın-Selda Özbek-Atilla Yiğit-Bilge Parlak-Dündar Mercan) Bu turnenin dördüncü gününde kaza geçirdi. Sol kolu kırıldı. Hayatta ilk defa çok pahalı bir şeyi oldu ve koluna platin taktılar. Ancak bu zenginliğin bedelini beyin travması geçirip boyundan aşağısı kısmi felç olarak ödedi. Almanya’daki tedavisi 8 ay sürdü. Bu zaman zarfında “Aşka Dair Ne Varsa” adlı tek kişilik bir oyun yazıp oynadı.

- 2004 yılında İstanbul’a dönen Mehmet Beyazıt tiyatro/sinema çalışmalarına devam etti.

- 2010 yılında Marmaris Belediyesi Huzur evi sakinleri arasına katıldı. Marmaris’te “Tiyatro Emek” grubuna girdi. Zeynep Kaçar’ın yazdığı, İnci Bademsoy’un yönettiği; “Böyle Bir Aşk Masalı / Şirin & Ferhat” adlı oyunda ve “Yalancının Mumu” adlı çocuk oyununda oyunculuk yaptı.

- 2011 yılının Ağustos ayında ani bir kararla Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarına oyuncu olarak müracaat etti. Olumlu yanıt alınca Marmaris Huzurevi sakinlerinin sevgilerini çıkın yapıp Marmaris’i terk ederek İzmit’e yerleşti. Kocaeli Şehir Tiyatrolarında Turan Oflazoğlu’nun yazdığı, Murat Atak’ın yönettiği; “Kösem Sultan” ve Turgut Özakman’ın yazdığı, Ali Sürmeli’nin yönettiği; “Resimli Osmanlı Tarihi” ve Meşa SELİMOVİÇ’in aynı adlı romanından Nebojşa BRADİÇ’in uyarladığı, Bilge EMİN’in çevirdiği, Nurullah TUNCER’in yönettiği, Koreografisini Gjergji PREVAZI’nin yaptığı “Derviş ve Ölüm” adlı oyunlarda oyunculuk yaptı.

- 9 Nisan 2012 tarihinde Tiyatro sanatçısı İnci hanım ile evlendi.

- 2012 /13 sezonunda “Kösem Sultan” adlı oyun ikinci sezonuna devam ederken “Guguk Kuşu” ve “Rasat Zamanı” adlı oyunlarda oyuncu olarak ve “Dişi Horoz” adlı oyunda da yazar-yönetmen ve oyuncu olarak, Kocaeli Şehir Tiyatroları Tır Tiyatrosu Biriminde  görevlendirildi.

Velhasıl-ı kelâm; tiyatronun hizmetlisi, ayakçısı, hamalı, dekorcusu, ışıkçısı, kostümcüsü, sahne amiri, yönetmen yardımcısı, müdürü, yönetmeni, yazarı, yapımcısı ve oyuncusu oldu. Sanatçı olmanın sosyal bir sorumluluk olduğunu düşünen Mehmet Beyazıt sanat hayatının 41nci yılında hâlâ “iyiye, güzele, doğruya” dair ne varsa okuyor, araştırıyor, çabalıyor; geride kalmamak, aydınlık öncülere ulaşmak, yetişmek, yetişebilmek için vesselâm…







30 Eylül 2012 Pazar

Dünden Bugüne Geleneksel Halk Tiyatromuz:

DİŞİ HOROZ ADLI OYUN HAKKINDA


 

Bu oyun Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarında 2012-2013 sezonunda aşağıdaki kadro ile oynanacaktır.

Yazan ve Yöneten: Mehmet Beyazıt / Yön. Yardımcısı: Meltem Özsavaş / Dekor Tasarım: Rona Topçuoğlu / Kostüm Tasarım: Mehmet Ali Zeren / Işık Tasarım: Erol Dinçdemir / Sanat Danışmanı: Arzu Bigat Baril / Asistan: Işık Öztorun / Sahne Amiri: Salih Mat / Işık Kumanda: Cafer Yiğiter / Ses Kumanda: Murat Usta / Aksesuar: Mustafa Küçük / Kuaför-Makyöz: Gülay Turan / Giydiriciler: Mustafa Değirmenci - Havva Serimer / Teknisyenler: Ahmet Çakıcı - Ali Özturan

Oynayanlar:
Hayret: Mehmet Beyazıt - Bülent Baytar / Sadberk: Meltem Özsavaş / Güllü: Zeynep Özon / Neriman: Seda Güven Şahin / Davut: Bülent Baytar - Salih Mat / Avni: Nuri Karadeniz - Aytek Mete Elgün / Letafet: Işık Öztorun / H.T. Paşa: Levent Muratoğlu / İhsan Çelebi: Aytek Mete Elgün - Nuri Karadeniz…

Oyunun Hikâyesi:
Güllü Keçecizade köşkünde Ali Kâhya’nın kızıdır. Bu köşkte doğmuş bu köşkte büyümüştür. Annesi kendisini doğururken vefat etmiştir. Onu hiç hatırlamaz. Bütün “nur yüzlü, güzel kadın”ları annesi gibi görür. Babası da vefat edince bu köşkte bi başına yaşamak zorunda kalır. Çünkü gidecek bir yeri yoktur.

İşte oyunda her şey Güllü’nün gözüyle anlatılmaktadır.


Hayret bey kılıbıktır, Sadberk hanım ise despot bir “Dişi Horoz”dur. Neriman, Hayret beyin ablası Şükran Hanım’ın kızıdır. Hayret bey onu yanına aldığında 9 yaşındadır… Annesi tıpkı Güllü’nünkü gibi onu doğururken vefat etmiştir. Babası zabitandır. Bir kargaşada kim vurduya gider. Böylece hem anasız hem babasız kalır. Hayret bey onu köşke, yanına aldığında Neriman henüz 9 yaşındadır ve zavallı, çaresiz, kendisi gibi hem öksüz hem yetimdir. Sadberk bunu ona en katmerli biçimde yaşatmış, hissettirmiştir. Yani kaderleri aynıdır aslında. Fakat her şeye rağmen Neriman zengin bir ailenin kızı o ise Ali Kâhyanın kızıdır; bunun için o bu köşkün “küçük hanım”ı kendisi ise “hizmetçisi, yanaşmasıdır”. Ancak bunun için Neriman’a ne kızar ne de husumet besler. Bu durum ne onun ne de kendisinin kabahatidir. İkisi de kendileri böyle olmak istememiştir ki… Bu onların kaderidir… Onun için sever Neriman’ı… Hatta zaman zaman acır ona… Hayret ve Sadberk’in çocukları yoktur, olmamıştır. Kimbilir belki de Sadberk’in despotluğu ve Hayret beyin onun karşısındaki ezikliği, teslimiyeti de bundandır. Neriman Avni’ye âşıktır… Tabii ki Avni de Neriman’a… Hem de nasıl sırılsıklam… Gelgelelim nedendir bilinmez Sadberk hanım oldum olası Avni’yi hiç sevmez… Aslında Sadberk’in; çevresinde seven ve mutlu insan görmeye tahammülü yoktur. Çünkü Sadberk sevginin ve mutluluğun yerine zenginliği ve gücü koymuş yaşama azmini zenginlik ve güçten almaktadır. Adeta güç ve kudrete tapınır olmuştur. Hüsamettin Tacettin Paşa ülkenin en zengin ve siyasi nüfusu olan kudretli bir şahsiyetidir. Neriman’ı gelin olarak istemesi Sadberk için bulunmaz bir nimettir. Eğer Neriman Paşa konağına gelin giderse Neriman’ın hamisi durumunda olan Sadberk’in de gücü artacaktır. Fakat onun bu tutkusu aynı zamanda “Sadberk despotizmi”nin de sonunu hazırlar. Geleneksel masal anlatımımızdaki ilahi umut beklentisi devreye girer. Nasreddin Hoca’nın göle çaldığı maya tutar. Gönül ferman dinlemez ve sevginin gücü Sadberk’in siyasi nüfus ve zenginliğe dayalı “güç/kudret putu”nu yıkar. Artık herkes umut gölünde mutluluk kulaçları atmaktadır. Ancak bir kişi hariç; Güllü… O gölün kıyısında kalmıştır… Yalnız, bi başına umut gölünde mutluluk kulaçları atanları seyretmektedir… Ve bir gün kendisi için tutacak mayayı beklemektedir…

Ne yapmak istiyoruz?
Evvelemirde elbette seyirciyi eğlendirmek, onlara hoşça geçireceği iki buçuk saatlik bir süreç yaşatmak istiyoruz. Ancak bunu yaparken de bazı konuların altını çizerek, hiciv yoluyla sinyaller göndermek suretiyle uyarıcılık görevimimizi de ihmal etmek istemiyoruz. Sözün kısası eğlendirirken/güldürürken düşündürmek de istiyoruz. Örneklemek gerekirse:


(2nci Bölüm 9ncu Sahne)
SADBERK: Ayol koskoca adam salonun ortasında rakkaseler gibi kıvırır mı hiç…
HAYRET: Sen benim salonda kıvırmama boşver asıl meclisi mebusanda kıvıranlara bak… Ben onlara çıraklık bile yapamam sultanım…
SADBERK: Ayol burası meclisi mebusan mı…
HAYRET: Şekil olarak değil elbette amma mahiyet olarak üç aşağı beş yukarı öyle değil mi efendim…
SADBERK: Şimdi benim söylediğimle senin bu söylediğinin ne alakası var efendi…
HAYRET: Çok alakası var hanımefendi… Çünkü bir memlekette aile hayatı ile o memleketin idaresi arasında çok kuvvetli bir bağ ve benzerlik vardır.
SADBERK: Sen neler söylüyorsun ayol?..
HAYRET: Yani demek istiyorum ki bir memlekette bir evin hali neyse memleketin de hali odur…
…………………….

(2nci Bölüm Sahne 14)
LETAFET: Güzel sizin de böyle düşünmenize çok sevindim… Siz ne dersiniz beyefendi?
HAYRET: Kim ben mi?
LETAFET: Evet siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
HAYRET: Aman efendim estağfurullah…
LETAFET: Güzel…
H.T.PAŞA: Evet güzel… Hem de çok güzel… İşte bu… Teba dediğin böyle olmalı… Sizi kucaklamak istiyorum Hayret efendi… Keşke herkes sizin gibi olsa…
HAYRET: Sağolun paşam… Yani ben demek istiyorum ki…
H.T.PAŞA: Yormayın kendinizi demek istediğinizi izaha lüzum yok… Sizin demek istediğinizi anlayanlar anladı… Anlamayanların da anlamasına lüzum yok. Bırak öyle kalsınlar efendi…
……………………

(2nci Bölüm Sahne 16)
SADBERK: Zavallı çocuk… O kadar tecrübesiz ve cahilsin ki… Aslında aklın her şeye hakim olduğundan haberin bile yok… Şunu sakın unutma beden ruhun değil ruh bedenin içindedir. Her ruh içine girdiği bedenin şeklini alır ve içinde bulunduğu bedene hizmet eder. Kalbin sesini dinlemeye gelince karın gurultusu kalbin sesini daima bertaraf eder… Karnı guruldayan bir bedenin kulağı kalbin sesini duymaz, dinlemez… Karın gurultusu kulağı sağır eder… Ve inan bana göz gördüğünü sever… Senin aşk, sevda dediğin şeyler gözle görülür elle tutulur şeyler değildir…
NERİMAN: Peki ya iffet, şeref, gurur gibi meziyetlere ne diyeceksiniz? Onlar da elle tutulur gözle görülür şeyler değl…
SADBERK: Ayol kör müsün baksana şu memlekette Zağanospaşa mahdumlarından daha iffetli, daha şerefli, daha gururlu kimse var mı?.. Yok… Yok anlıyor musun yok… Neden? Çünkü varlıklılar… Çünkü siyasi nufusları var… Çünkü güçlüler, kudretliler… Kimse onların iffetlerine, şereflerine, gururlarına dil uzatamaz… Ama onlar dilediklerine diledikleri gibi davranır, dilediklerini söylerler de kimse gıkını bile çıkaramaz… Ve işte şimdi sen onların gelini olmakla onlardan biri olacaksın… İnsan bunun için hüzün gözyaşları değil sevinç gözyaşları döker de zil takıp oynar ayol zil takıp oynar…
……………………………..

(2nci Bölüm Sahne 21)
HAYRET  : Birbirinizin ne efendisi ne de kölesi olun… Birbirinize eş olun eş… Eşit değil eş olun eş… Birbirinize üstünlük taslamayın… Her birinizin yarım olduğunu ancak bir araya geldiğinizde bir olduğunuzu, bütünleştiğinizi sakın aklınızdan çıkarmayın… Onun için birbirinizi sayın, birbirinize saygılı olun ve dahi her daim birbirinizi çok sevin, aşkla sevin olur mu…
..........................


Çünkü:
Nasıl maddenin bütün özelliklerini taşıyan en küçük parçasına molekül denirse bir toplumun temel özelliklerini taşıyan en küçük birimine de aile denir.
- Eğer bir toplumda aile içinde huzur yoksa, kalmamışsa o ülkede huzuru tesis edemezsiniz…
- Eğer bir toplumda aile içi şiddet varsa sokaktaki şiddeti engelleyemezsiniz…
- Eğer bir toplumda aile içinde efendilik-kölelik sistemi varsa o ülkeden köleliği ortadan kaldıramazsınız…
- Eğer bir toplumda aile içinde adil davranış biçimi yoksa o ülkede adaleti hakkıyla uygulayamazsınız…
- Eğer bir toplumda aile bireyleri birbirine saygı duymuyor, birbirini yeterince sevmiyorsa o ülkede insanların birbirine saygı duyup sevmesini bekleyemezsiniz…
- Eğer bir toplumda aile bireyleri birbirine karşı dürüst değilse, birbirlerine güvenmiyorsa o ülkede güven ortamı oluşturamazsınız…

Velhasılı kelâm; eğer bir toplumda aile içinde demokrasi yoksa o ülkede demokrasi olmaz/olamaz… Çünkü her toplum kendisini yönetecek olanları kendi gibi olanların arasından seçer, vesselâm…




KÜLTÜR İKLİMLERİ, SANAT ve SANATÇI’ya DAİR…    
Ulusal değerler üzerine oturtulmamış hiçbir kültür ürününün evrensel boyuta ulaşması mümkün değildir. Çünkü kültür anlam olarak aynı zamanda bir coğrafyayı, o coğrafyanın iklim şartlarını, o coğrafyada, o iklim şartlarının oluşturduğu ortamda varlığını sürdüren insan topluluklarının etkisini, tepkisini, rengini, kokusunu, tutkusunu, nefretini, sevgisini, algılama biçimini estetiğini.. sözün kısası bütün özelliklerini ifade eder. 

Eğer bunun aksi olursa ne olur?

Yapma çiçekler gibi olur. Çok güzel bir görünümü, renkleri çok uyumlu, dikkat çekici bir albenisi olabilir ama canlı değildir, yaşamaz… O hep aynı boyuttadır. Hiç küçük olmamıştır. Hiç büyümeyecektir. Hiç değişmeyecektir. O, güzel görünür ama kokmaz, şartlardan etkilenmez, tepki göstermez; çünkü o gerçek değildir, sahtedir…

Oysa kültür canlıdır, gerçektir; doğar, büyür, gelişir. Dokusunu, rengini, kokusunu üzerinde yaşadığı toprağın derinliklerine saldığı köklerinden alır. Onun toprakla olan bu ilişkisi yaşamsal bir ilişkidir. Kültür canlı bir organizma olduğu içindir ki değişen koşullara karşı olumlu ya da olumsuz tepki gösterir. Değişen koşullar kendi varlığının özü ile uyumlu ise olumlu tepki verir. Eğer değişen şartlar özüne aykırı ise direnir, karşı çıkar. İşte bunun için her kültür var oluş itibariyle yereldir, ulusaldır diyoruz… Çok güzel, hoş kokulu, kırmızı bir gülü bütün insanlar sever, hoşlanır fakat o gülü kutuplarda yetiştiremezsiniz ya da bir çöl ikliminde…

Kültür ve sanatın evrensellik boyutu…

Bir kültürel olgu ancak estetiğiyle ve o estetiğin içinde söyledikleriyle ya da söylemek istedikleriyle evrensel boyuta ulaşır. W.Shakespear’in eserleri hemen hemen bütün dillere çevrilmiş, kendi alanında evrensel bir boyuta ulaşmıştır. Fakat bu boyut onun İngiliz kültürünün bir ürünü olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz; kaldıramaz. Dediklerini/demek istediklerini tam bir batılı tav-rı/estetiği içinde söyler; ama bütün insanlık için söyler… Söyledikleri/söylemek istedikleri insanlığın ortak paydalarına aittir.

Aynı şekilde Nasreddin Hoca fıkralarına bir bakalım. Var oluş itibariyle Türk’tür, İslâm’dır. Dili, tavrı, estetik anlayışı, özgün diyalektiği ile… Velhasıl-ı her şeyiyle Müslüman-Türk’tür. Ama göle yoğurt mayası çalarken aşılamaya çalıştığı umutla ne kadar evrenseldir değil mi?.. Çünkü “hiçbir zaman umudunu yitirmemek”; yalnız Müslümanların, Türklerin değil bütün insanlığın en vazgeçilmez ihtiyacıdır. Çünkü “umut”; insanın yaşama azminin kaynağıdır. Umudunu yitiren insan yaşama azmini de yitirir.

Bu ve buna benzer evrensel mesajları bütün kültür ürünlerinde gözlemlemek mümkündür. Ve her kültür kendine has bir iklim kuşağının ürünüdür. İşte bu değişik iklim kuşaklarında oluşan kültürler insanlık ailesinin olmazsa olmazlarıdır/vazgeçilmezidir.

Bunun içindir ki toplumlar; kendi kültürlerinin dışındaki kültürleri gözlemler, onlarla tanışır, onların içinden beğendiklerini, kendine uygun bulduklarını alır, -aşılama yoluyla kendinceleştirerek- kültürüne katar ve böylece kültürünü zenginleştirir… Aynı zamanda bu yolla farklı kültür iklimlerinin insanları tanışıp yakınlaşır, birbirleriyle kucaklaşırlar.

İşte dememiz odur ki; kültürün kendisi kaçınılmaz bir şekilde ve inkâr edilemeyecek bir biçimde ulusal olup, onun dediğini ve demek istediğini ortaya koyan bütün sanat dallarının ürünleri de evrenseldir ve olmak zorundadır. 

Varlığını sürdüremeyen toplumlar…

Tarihin sayfalarını çevirdiğimizde yok olan ulusların iki nedenden dolayı yok olduklarını görürüz. Birincisi; kendi ulusal değerlerini, kültürlerini koruyamadıkları için... İkincisi ise; kendi kültürlerinin dışındaki kültürlere kapalı oldukları için… Diğer kültürleri yok saydıkları ya da reddettikleri/karşı çıktıkları için. Diğer nedenler bu iki nedenin alt başlıklardır.

Velhasıl-ı kelâm:

Bu gün, birincil hakkı olan “yaşama hakkı”nı kullanmak isteyen insanoğlu, -egemen güçlerin yaptıkları ve yapmak istediklerinin aksine- kucaklaşmak ve birlikte yaşamak istiyor. Kimsenin kimseye ne efendilik ne de kölelik yapmadığı bir dünya düzeninde, aç hürler, tok esirler olmadan yaşamak… Nazım ustanın deyişiyle; “bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine / yaşamak…”

Diğer taraftan Türkmen dervişi Yunus; “Bilelim, bilişelim / Sevelim, sevilelim” diyor. Bunu söylerken hiçbir ayırım yapmaksızın tüm insanlığa sesleniyor. Her rengin, her iklimin insanlarına…

Ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk de; “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” derken bütün insanlığa ait olan/olması gereken bir özelliği kişiliğinde betimleyerek Türk Ulusuna bir “rol model” karakteri ortaya koyuyor. Bunun için bir tek şeyin yapılması gerektir. Yine Gazi’nin deyişiyle; “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” olmak…

İşte bu noktada günümüz sanatçısının/aydınının oturup kendi kendisiyle bir muhasebe yapması gerekmektedir; “acaba ben ne kadar fikren, ilmen ve vicdanen hürüm?” ve “acaba ben doğru bir rol model miyim?”  diye… Çünkü bir Ulusun/ülkenin karanlıklardan çıkıp aydınlığa kavuşması ancak ve ancak o ulusun/ülkenin aydınlarının/sanatçılarının ışığıyla mümkündür… 

Vesselâm… 






27 Eylül 2012 Perşembe


SANA GELDİM SANA


yanlıştan kurtulup doğruyu bulmak için
kötüden, çirkinden, yokluktan uzaklaşıp
iyiye, güzele, varlığa kavuşmak için
yok olmamak için, var olmak için

umutsuzluğun karanlığından
umudun aydınlığına çıkmak için
küçülmemek, alçalmamak
parçalanmamak, tükenmemek
büyümek, yücelmek.
bir olmak, çoğalmak için

zavallılıktan kahramanlığa
esaretten özgürlüğe
nefretten muhabbete
kinden sevgiye
hicrandan vuslata
şirkten, küfürden, günahtan; aşka
aşk olmaya
aşkta hayat bulmaya
sana geldim sana
senin kapına

ey sevgili al beni yanına

dinim de imanım da sensin benim